Yaptığımız bu çalışmada, skleroderma hastalarında inflamasyon ve fibrogenez gibi patolojik süreçlerde serum sklerostin düzeyinin hastalığın patogeneziyle ile ilişkisi olup olmadığını araştırdık. Skleroderma hastalığı genç kadınlarda daha sık görülmektedir. Skleroderma hastalığındaki değişiklikler ve kontraktürler morbiditeyi, iç organ tutulumları ise hem morbiditeyi hem de mortaliteyi önemli ölçüde etkilemektedir. Ancak, günümüzde skleroderma hastalığının patogenezine ait tartışmalar hala sürmektedir.
Bu çalışmamızda tanı almış ve tedavi başlanmış sklerodermalı hastalarda Wnt yolunun doğal inhibitör proteinlerinden olan sklerostin molekül düzeylerinin nasıl değiştiğini inceledik. Son yıllarda kemik metabolizmasında önemli bir yere sahip olan ve kronik inflamatuar hastalıklarda (örnek: sistemik lupus eritramatoz [SLE], romatoid artrit gibi) rol oynayan Wnt yolunda görevli olan sklerostin molekülünün skleroderma tanısı almış hastalarda nasıl etkilendiğini gösteren yeterli literatür bulunmamaktadır.
Yaptığımız bu çalışma bu açıdan yapılan ilk çalışmalardandır. Çalışmamızda, tanı almış ve tedavi altında olan sklerodermalı hastalarda sklerostin düzeylerinin, sağlıklı gönüllülerden farklı olup olmadığını inceledik; skleroderma hastalığı tanısı alıp tedavi altındaki hastalarla, herhangi bir hastalık öyküsü olmayan ve ilaç kullanımı olmayan sağlıklı gönüllülerin kan ve tükürük örneklerini karşılaştırdık ve bu gruplar arasında anlamlı fark bulduk.
Mödder ve ark. 11 362 kadın ve 318 erkek üzerinde yaptığı bir çalışmada serum sklerostin düzeylerinin erkeklerde kadınlara oranla daha yüksek olduğunu ve sklerostin seviyesinin kadın ve erkekte yaşla pozitif ilişkili olduğunu tespit etmiş. Bu durumu erkeklerde daha yüksek kemik kitlesinin olması ve bu kemik kitlesiyle doğru orantılı olarak daha fazla osteosit olması; dolayısıyla daha fazla sayıdaki osteositten daha fazla sklerostin molekülü salgılanması şeklinde açıklamıştır.
Sklerostin molekülünün, osteoblast membranındaki reseptörüne bağlanarak, hücre içi sinyal iletim kaskatı üzerinden osteoblastik kemik oluşumunu inhibe edici etkisi mevcuttur. SOST geninin kemikten başka, artiküler kondrositlerde de olduğu gösterilmiş. Kemik mineralizasyon yoğunluğu azaldıkça artan lokal mekanik baskı kemik oluşumunu artırmak ve kemik rezorpsiyonunu azaltmak üzere sklerostin seviyelerinin down regülasyonuna yol açabilir. Ancak sklerostinin osteoartrit patogenezindeki rolü henüz bilinmiyor.
Taylan ve ark. 12 yaptığı bir çalışmada skleroderma tanısı olan 46 hasta ile, 30 sağlıklı kontrol grubunun kıyaslandığı çalışmada sklerostin seviyeleri kontrol grubuyla benzer çıkmış.
Fernández-Roldán ve ark. 13 yaptığı çalışmada ise 38 SLE, 20 crohn hastası, 8 skleroderması olan hasta ile 20 sağlıklı hasta karşılaştırılmış. SLE ve skleroderması olan hastaların sklerostin düzeyleri ile ilgili sağlıklı kontrol grubuna benzer çıkmış.
Bu durum kemik mineralizasyonunda rol oynayan Wnt yolunun ve bu yolak inhibitörlerinden olan sklerostin molekülünün, deri fibrozu ve iç organ tutulumu olan ama kemik tutulumu ön planda olmayan skleroderma da etkilenmemesini açıklayabilir.
Bizim çalışmamızda ise skleroderma tanısı almış hastalarla kontrol grubu arasında sklerostin glikopeptidi ölçümünde anlamlı fark bulunmuştur; bu açıdan çalışmamız bu iki çalışmayla farklı sonuçlar bulmuştur. Bunun nedeni çalışmamızın daha geniş bir popülasyonda yapılmamış olması, sklerodermalı hastalarımızın çoğunluğunun kadın olması, hastalara kemik mineral yoğunluğu (KMY) ölçümünün yapılmaması, hastaların glukokortikoid tedavisi almış olmaları ve kontrol grubuna göre sklerodermalı hastaların yaş ortalamasının daha yaşlı olması olabilir.
Yaptığımız çalışmada elde edilen kan ve tükürükteki sklerostin seviyesinin sonuçları; erkeklerde, kadınlara oranla daha fazla görülmezken bunun nedeni çalışmamızdaki sklerodermalı erkek hasta sayısının çok az oluşu ve geniş popülasyonda çalışma yapmamış olmamızdan kaynaklı olabilir. Bu nedenle sklerodermalı hastalarda sklerostin düzeylerinin hastalıkla ilişkisini araştırıp biyomarkır olarak kullanılıp kullanılamayacağını saptamak için daha kapsamlı ve yeterli sayıda erkek popülasyonu da içerecek şekilde araştırmaların yapılması gerekmektedir.
Yaptığımız bu çalışmada birtakım kısıtlılıklar mevcuttur. Skleroderma tanısı olup tedavi altındaki hastaların çoğunluğunun kadın populasyonu olması, sklerodermalı hasta yaş grubunun KMY için endikasyon taşımaması ve dualenergy x-ray absorptiometry (DEXA)’da düşük doz radyasyon olmasına rağmen etik açıdan uygun olmaması nedeniyle hastalara ve kontrol grubuna KMY ölçümü yapılamadı. Bu nedenle skleroderma hastaların KMY ve kan, tükürükteki sklerostin seviyesi ile kontrol grubunun KMY ve kan, tükürükteki sklerostin seviyesi arasındaki ilişki direkt olarak karşılaştırılamamıştır. Yine skleroderma tanısı almış olup tedavi altındaki hastaların tedaviden önceki kan ve tükürük sklerostin seviyelerinin ölçülmemiş olması da çalışmamızın bir kısıtlılığı olarak görülebilir.
Sklerodermalı hastaların tedavisindeki kortikosteroid kullanımı bu hastalarda kemik kaybına yol açabilir buda çalışmamızdaki kısıtlılıklardan bir tanesidir.
Sonuç olarak, çalışmamızda, skleroderma tanısı almış olup tedavi altındaki hastaların kan ve tükürükteki sklerostin seviyelerinin arttığı gösterilmiştir. Yine de bu konuda daha büyük popülasyonlarda yapılacak çalışmalara ihtiyaç olup, günümüzdeki skleroderma hastaları için uluslararası düzeyde kabul edilmiş bir tedavi protokolünün olmamasından dolayı skleroderma hastalarının aldığı tedavi, tutulan organ ve klinik bulgulara göre alt gruplarıyla değerlendirilmeleri daha uygun olacaktır.