Ülkemizin büyük kısmının deprem kuşağı üzerinde olduğu ve deprem riskinin giderek arttığı bilinmektedir. Aker derlemesinde ülkemizde yaşanan en büyük felaketlerden olan 1999 Marmara depremlerinden sonra yapılan epidemiyolojik çalışmaları gözden geçirmiş ve deprem sonrası gelişen ruhsal sorunların oldukça yaygın olduğunu ve yıllar boyu sürebildiğini ortaya koymuştur
11. Marmara depremi sonrası çeşitli zamanlarda yapılan toplum tabanlı çalışmalarda travma sonrası stres bozukluğu % 8- 63 arası oranlarda bildirilmektedir. Sağlıkçılar ve yardım ekipleri gibi yüksek riskli gruplarda ise bu oran %2,7 - 8,5 olarak saptanmıştır
11. Araştırmamızda Doğu Anadolu Bölgesi’nde gerçekleşen bir deprem sonrası afetzedelerin anksiyete düzeyleri değerlendirilmiş ve geçmişlerinde travmatik yaşam olayları olanlar ve deprem sonrası maddi hasar yaşayan bireylerde anksiyete düzeylerinin anlamlı ölçüde daha yüksek olduğu saptanmıştır. Çalışmamızın en önemli kısıtlılığı depremzedelerin uzunlamasına takip edilmemiş olması ve Akut Stres Bozukluğu (ASB) ve TSSB gelişme oranları yönünden değerlendirilmemiş olmaları olduğu söylenebilir. Bu kısıtlılıklara rağmen deprem sonrası anksiyete düzeyleri daha yüksek olan grubun ASB ve TSSB gelişimi yönünden risk altında oldukları ve koruyucu/ rehabilite edici girişimlerden yarar görebilecekleri düşünülebilir.
Travmanın şiddeti TSSB semptomlarının şiddetini de artırmaktadır12. Ayrıca travmadan sonra kişinin yaşamındaki negatif değişiklikler de travmanın kendisi kadar psikopatoloji üzerine önemli etkiye sahiptir13. Depremin psikolojik sonuçlarının da uzun yıllar sürebildiği ve hasar/ kayıp boyutu ile ilişkili olduğu bildirilmektedir14. Dünyanın birçok bölgesinde depremlerden sonra farklı zamanlarda yapılan çalışmalarda TSSB, anksiyete ve depresyona ilişkin görülme oranları rapor edilmektedir. Pakistan’da depremi yaşayan ve kurtarma çalışmalarına katılan kişilerle yapılan çalışmada travma sonrası stres bozukluğu % 42,6 oranda depresyon ve anksiyete yaklaşık % 20 oranda saptanmıştır15. Çin’de deprem sonrası adolesanlarla yapılan çalışmada TSSB % 15,8, anksiyete % 40,5 oranda saptanmıştır16. Bu bilgiler ışığında deprem sonrası TSSB ve anksiyete oranlarının yüksek olarak beklenmesine karşın çalışmamızda kendiliğinden veya yakınları aracılığıyla psikiyatri ekibinden yardım talebinde bulunma oranı % 0,4 gibi düşük bir oranda görülmüştür. Yardım arayışının düşüklüğü, toplumun ruhsal hastalığa tutumunun bir parçası olabileceği gibi, çalışmamızın depremden sonraki ikinci haftadan itibaren yürütülmesine, dolayısıyla depremzedelerin kendilerinin ve yakınlarının maddi kayıpları, medikal sorunları ve diğer yaşantılarıyla ilgilenmek zorunda kalmalarına bağlı olabilir.
TSSB semptomlarının gelişimi ve ciddiyetinin cinsiyet, yaş, geçmiş travmalar, geçmiş psikiyatrik hastalık öyküsü, depremin şiddeti, düşük sosyal destek ve kendisinde yaralanma olması ile ilişkili olduğu bildirilmektedir15-19. Ülkemizde Ağustos 1999 depreminden sonra yapılan bir çalışmada kadınların erkeklere oranla daha ciddi psikolojik reaksiyonlar gösterdikleri saptanmıştır. Anksiyete skoru erkeklerde ortalama 1,12 iken kadınlarda 1,46 olarak saptanmış ve fark anlamlı bulunmuştur (p=0,015)19. Bizim çalışmamızda da psikiyatrik yardım için başvuranlarda kadınların oranı daha yüksekti (% 67,3). Bu bulgu ülkemizdeki geçmiş çalışmalarla da uyumludur8,20. Çalışmamızda kadınların BAÖ skorları (23,01±11,59) erkeklerin skorundan (11,61±10,36) anlamlı olarak yüksekti (p<0,001) ve orta ve şiddetli anksiyete kadınlarda anlamlı olarak daha fazla idi.
Çalışmamızda en sık bildirilen geçmiş travma deprem/sel ve benzeri doğal afetler (%27,8) olmuştur. Bu bulgu, Elazığ yöresinde sık aralıklarla depremlerin yaşanmasına bağlı olabilir. En sık belirtilen yakınmalar ise çok kötü şeyler olacak korkusu (%73,3), korkuya kapılma (%68,3), bacaklarda halsizlik ve titreme (%68,3), kalp çarpıntısı (%64,4) ve ölüm korkusu (%63,4) olmuştur. Bergiannaki ve arkadaşları çalışmalarında en sık bildirilen yakınmaların çarpıntı, terleme, titreme, anksiyete/ kötü şeyler olacağı korkusu olduğunu belirtmektedir. Bu yakınmalardan kötü şeyler olacağı korkusu çalışmamızda da sık olarak belirtilmesine karşın otonom sinir sistemi ile ilgili belirtilerin göreceli olarak daha nadir bildirilmesi geçmiş çalışmalarla uyumsuzdur. Bu bulgu çalışmamızın deprem sonrası akut dönemde yürütülmüş olmasına, dolayısıyla dissosiyatif ve küntleşme belirtilerinin nispeten baskın olmasına bağlı olabilir.
Çalışmamızda geçmişte travma deneyimi olanların BAÖ skoru (26,87±11,08), travma deneyimi olmayanlara göre (15,85±11,53) anlamlı yüksek bulundu (p<0,001). Geçmişte travma deneyimi olanlarda şiddetli anksiyete görülme oranı da travma deneyimi olmayanlara göre anlamlı yüksekti (%14,9’a karşılık %48,4). Bu bulgular daha önce yapılan çalışmaların sonuçlarına benzerdir17-19,22-23.
Deprem ve benzeri doğal afetlerin psikiyatrik morbidite açısından en ciddi sonucu Travma Sonrası Stres Bozukluğu’dur5,24. Travma sonrası stres bozukluğu gösteren hastaların da semptomlarının kökeni ve belirtilerle başa çıkmalarına yönelik psikoeğitimden yarar sağladığı gösterilmiştir25. Dolayısıyla, ülkemizde görülebilecek doğal afetler sonrası erken dönemde afetzedelere, yaşayabilecekleri belirtiler ve başa çıkma yöntemleri ile ilgili eğitim verilmesinin faydalı olabileceği söylenebilir.
Sonuç olarak depremlere engel olunamasa da fiziksel ve psikolojik hasarı en aza indirebilmek için afet sonrası yönetimin iyi yapılması, önceden planların hazırlanması, kurtarma ve sağlık ekiplerinin bu konuda özel eğitim almaları, depremzedelerin sosyal ve tıbbi ihtiyaçlarının yanı sıra psikolojik olarak da desteklenmelerinin öncelikli olduğuna dikkat edilmesi gerekir.
Travmatik olaylar sonrasında ilk müdahalede kadınlara ve geçmiş travmaları olan kişilere odaklanılması, yapılan koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetlerinin etkisini artırabilir. Deprem kuşağında yer alan ülkemizde bu konuda geniş kapsamlı ve uzun dönem takipleri içeren çalışmalara ihtiyaç vardır.